30 Nisan 2013 Salı

C-ESARET


The Experiment.. Deney.. 2001 ve 2010 yıllarına ait iki versiyon.. Bu filmi bilen, izlemiş olan ve en önemlisi sevmiş olanlar bu yazıyla da ilgilenecektir.. Yazının konusu, filmin tiyatro uyarlaması olan     C-ESARET..


Filmin senaryosu Mario Giardano’ya ait.. Senaryo Das Experiment Black Box adlı kitaptan esinlenerek yazılmış.. Bu bilgiler önemli.. Ve tiyatroya uyarlayan da Berna Tunalı..
Tiyatro Bagaj tarafından sahneye konular ve Craft Atölye tarafından da büyük destek görmüş olan proje 2. Gösterimini 29 Nisanda Garaj İstanbul’da yaptı.. Kısaca oyunun konusundan bahsedelim ki filmi izleyenler zaten bileceklerdir..
Hapishanelerdeki psikolojik durumları çözümlemek adına bir deney yapılacaktır.. İlan verilir ve 12 kişi ( filmde bu sayı 2010 Amerikan yapımında 26, 2001 Alman yapımında 20dir) seçilir.. Deney sonlandığında, katılan her deneğe 10.000 Euro ödenecektir. Deney 14 gün sürecek ve bu süreçte yarısı gardiyan yarısıysa mahkum olarak seçilen denekler bilim insanları tarafından 24 saat gözlemlenecektir.. Gerçek bir hapishane atmosferi yaratılmak adına herşey düşünülmüştür.. Deney araştırma binasının bodrumunda gerçekleşecektir.. ve başlar..
Psikolojilerin en doğru şekilde gözlemlenebilmesi adına, gardiyan ve mahkum rolüne seçilen denekler ortamı benimsemeli ve gerçekten de hapishane ortamında olması gerektiği gibi davranmak zorundadırlar.. Gardiyanların işi zordur çünkü mahkum rolünde olanlar olayı pek de ciddiye alıyor görünmezler.. Bilim insanları tarafından belirlenmiş hapishane kuralları vardır.. Gardiyanlar mahkumlara bu kuralları ezberletmek ve daha da önemlisi uygulatmak zorundadırlar.. Bu süreçte mahkumlar ve gardiyanlar arasında uyumsuzluklar çıkmaya başlar.. Uygulamaları saçma bulan mahkumlar istenilenleri yapmaz ve gardiyanlar orada düzeni ve disiplini sağlamak zorundadırlar!! Rollerine kendilerini iyice kaptıran gardiyanlar, mahkumları dize getirmek adına onlara cezalar vermeye ve git gide de bu cezaların şiddetini arttırmaya başlamışlardır.. Eline güç geçen insanoğlunun ne kadar vahşileşebileceğinin de mesajını veren oyun, ismi itibariyle de, cesaretin bazen insanları özgürlüklerinden acı bir şekilde ayırabileceğini anlatıyor..  
Oyun hakkında bu kadar bilgi yeterli sanıyorum.. Yazının bundan sonrası ilgilenirseniz benim kişisel görüşlerimle alakalı..
Gardiyan ve mahkum rollerindeki her bir oyuncu çok başarılıydı ve seyirciyi oyuna bağlayan performanslarıyla gerçekten keyif verdiler.. Bu tür oyunlarda ve özellikle de alternatif mekanlarda oyuncunun bir an bile oyundan kopması ve bunu hissettirmesi seyirciye hemen geçer.. Böyle bir problem yaşamadık.. Ancak sahne bilim insanlarının çalışma odasına döndüğünde bir kopukluk olduğunu düşünüyorum.. Yeterince inandırıcı değildi, ya da oyunun hapishane kısmı fazlasıyla  gerçekçi ve inandırıcı olduğu için bu sahneler havada kaldı..
Salon, kapasitesinin son noktasına kadar doluydu sanırım. İnsanlar oyun izlemeye gelmişler ne güzel.. Kimileri araştırarak kimileri de belli ki “Garaj İstanbul’da oyun izlemek bu aralar moda hadi gidip izleyelim” düşüncesiyle gelmişlerdi.. Alternatif mekanlar aracılığıyla, seyirciyle buluşturulması aynı zamanda da içinde bulunması da cesaret isteyen oyunlar insanlara ulaşıyor.. Bu alternatif mekanların özelliği.. Lunapark tadında oyunlar pek izlemiyoruz bu sahnelerde.. Tiyatro izleyicileri bunu bilir ve izleyeceği oyun hakkında hiç bir fikri olmasa bile, içinde marjinallik (aslında normallik) bulunan bir oyun izleyeceğini tahmin eder.. Lakin bir kaç kişi hiç bir fikri olmadan, hiç bir araştırma yapmadan oyuna gelmiş sanırım çünkü oyunun sonunda salonu terk ettiler.. Seyircinin oyun esnasında tiyatroyu terk etmesini, sahnedeki oyunculara yapılmış çok büyük bir saygısızlık olarak görüyorum ama utana sıkıla sessiz sedasız ve mahçup bir yüzle çıkan seyirciyi de suçlayamıyor insan.. Bu oyundaysa fazlasıyla yaptığından emin, gayet sesli bir şekilde söylene söylene ve de en kötüsü sahnenin ortasından geçip, geçmekle de kalmayıp sahnedeki oyuncuyu iterek oyundan çıkan seyirciler vardı!! İnsanlar asap bozucu gerçekleri izlemekten hoşlanmıyorlar!
Yazıyı daha fazla uzatmadan ekip hakkında da şöyle bir bilgi vereyim..

Uyarlayan ve Yöneten: Berna Tunali
Yapım : İlter Yapım
Müzik : Can Türkkan
Işık : İsmail Şeker
Dekor : İlyas Özcan
Kostum: Cenk Doğar
Yardımcı Yönetmenler : Mehmet Ali Gümüş, Cenk Doğar

Oyuncular
Berna Tunalı
Cenk Doğar
Doğa Yaltırık
Efe Can Erdal
Elif Azize Kayalıdere
Erdi Işık
Fırat Altunmeşe
Halit Can Ünal
Kayhan Berkin
Mehmet Solmaz
Mazhar Alican Uğur
Onur Bilge
Onurcan Onus
Ömer Utkan
Tevfik Erman Kutlu
Zeynep Konan


Bence sezon bitmeden bu gerçekliği izlemelisiniz..
Okuduğunuz için teşekkürler..



7 Şubat 2012 Salı

Hayaletler Sahnede.. "Bir Ofis Gecesi Rüyası"

Şimdi biraz düşünün.. Özel yetenekleriniz var.. Tam olarak doğa üstü bir güç ya da benzeri birşey değil ama yakın.. Diğer insanlardan farklısınız.. Üretebiliyorsunuz.. Yaratıyorsunuz.. Dünya üzerinde öyle şeyler yaratıyorsunuz ki, yarattıklarınızın peşinden milyonlarca insan gidiyor.. Tanımadığınız, görmediğiniz, dilini bile bilmediğiniz insanlara ulaşıyorsunuz yarattıklarınız sayesinde.. Düşününki sanatçısınız.. Bir bestekar.. Bir klasik müzik bestekarı.. Diğer insanlardan çok çok farklı bir dünyanız var.. Tanrı’nın size vermiş olduğu bu yetenek karşısında bazen çok yoruluyorsunuz.. Çünkü elinizden sanat yapmaktan başka hiç bir iş gelmiyor.. Başka hiç bir işten anlamayan bir sanatçının en korktuğu şey sanıyorum ki, insanlar için icra ettikleri sanatlarının yine insanlarca anlaşılmamasıdır, yanlış yorumlanmasıdır, gereken değerin gösterilmemesidir..
Klasik müzik dinler misiniz ? Birçoğunuzun evet dediğine eminim.. Peki kimleri dinlersiniz? Hangi eserlerini seversiniz en çok? Birçoğunuzun aklına gelmeyecek.. Ama reklamlarda, çizgifilmlerde kullanılan onlarca değerli eser var.. Birçoğumuz bu eserlerin o reklamlar ya da çizgifilmler için yapıldığını düşünürken, klasik müzik takipçilerinin içini acıtıyor bu durumlar.. Çünkü eserler değiştiriliyor.. İnsanlara yanlış aktarılıyor.. O değerli bestecilerinden bahsedilme zahmeti bile gösterilmeden kullanılıyorlar yerli yersiz..
Georges Bizet’i bilir misiniz.. O ünlü Carmen Operası’nın yaratıcısıdır.. Ne badirelerle insanlara sunulmuştur Carmen.. Ama yeni uyarlamasıyla Carmen göbek havası olmuştur.. Ne acı.. Kendinizi Bizet’in yerine koyun bir..
Değerli bestekarlardan en talihsiz olanlarından biri de Ludwig Van Beethoven’dır. Ah o 5. Senfoni.. Neler gelmiştir başına.. Ne çirkin uyarlamalar yapılmıştır, tahammül edilemez.. Bir de Balık Ayhan yorumu vardır ki aman yarabbim!
Bir sanat eseri yaratmak muhteşem bir duygu olmalı.. Hele ki ciddi sayıda insan eserinize kıymet veriyorsa, eseriniz kabul görüyorsa.. Bu sanat eserinin ne olduğu önemli değil.. Ne olursa olsun, başka insanlar tarafından izin alınmadan ve üstüne üstük bir de değiştirilerek kullanılması, eserin yaratıcısı için çok ama çok rahatsızlık verici olmalı.. Hatta mezarından kaldıracak kadar!
Evet, Oda Tiyatrosu’nun “Bir Ofis Gecesi Rüyası” adlı oyununundan bahsetmek için bu ön yazıyı yazdım.. Bu oyun; artık eserlerinin katledilişine kayıtsız kalamayan birçok klasik müzik bestecisi ve hayatlarındaki önemli insanların, mezarlarından kalkıp yaşadıkları dönemde, bu eserlerin bestelenişindeki hikayeleri anlatmalarını konu alıyor..Etkileyici görüntülerle karşı karşıya kalıyorsunuz oyunu izlerken.. Tek perdelik oyun; hayalet makyajlı oyuncularıyla, ışıkların çok doğru ve gizemli atmosferi veren şekilde kullanılmasıyla, klasik müzik eserlerinin anılmasıyla, izleyicileri hem görsel anlamda tatmin ediyor, hem de klasik müzik üzerine bir belgesel niteliği taşıyor..

Oyunu yazan, yöneten ve de başrol oyunculuğunu (Giuseppe Verdi karakteri ile) üstlenen Kaan ERKAM’ a sonsuz teşekkürler..
Oyun Afife Jale Sahnesi’nde oynanmaktadır, bilginize.. İzleyin, izlettirin efenim..

19 Ocak 2012 Perşembe

KARGAŞA..


Huzursuz edici..  Rahatsızlık verici.. Gözlerinizi kapatma isteği uyandırıyor.. Çünkü gerçek!
Kargaşa adlı oyundan bahsediyorum.. İlk kelimeler bunlar olmalıydı.. Lanet olası İstanbul’un lanet trafiği yüzünden geç kaldım oyuna.. Kapıdaki görevliye yalvararak oyun saatini 2 dakika geçe sessizce içeri girdim.. Muhtemelen bir sürü de küfür yedim.. Çünkü ben de bu gibi durumlarda pek anlayışlı davranmıyorum.. İlk bulduğum kenardaki koltuğa oturdum ve oyuna adapte olmaya çalıştım.. Karşılaştığım sahne karanlıktı.. Huzursuz oldum.. Afişteki  +16 nın hakkını verecek miydi bu oyun yoksa? Geç kalmışlığın verdiği konsantrasyon eksikliğiyle oyuna adapte olmaya çalıştım..
Karanlık sahne kırmızı ışıkla aydınlatılmış.. Dumanlar verilmiş sahneye.. Etkileyici bir görüntü.. Sahnenin arka kısmında sağ ve solunda merdiven olan yaklaşık 1 buçuk metrelik bir yükselti var.. Bu yükseltinin ön kısmında  ise bir perdelik.. ve bu perdelerin arkasında, vücutlarını bir gölge gibi gördüğümüz kadınlar dizili..
Herbiri sırayla hikayesini anlatıyor oyun boyunca.. Klişe hikayeler.. Daha doğrusu çok karşılaştığımız alışık olduğumuz türden hikayeler.. Ama tokat gibi çarpıyor yüzünüze.. Çünkü izleyenlere acı vermek için yazılmış ve oynanmış bu oyun.. O alıştığınız, çoğu zaman duyduğunuzda ya da gördüğünüzde artık birşey hissetmeyip günlük hayatınıza devam ettiğiniz hikayelerin başkahramanları size hesap sormuş bu oyunda..
Fantastik bir sahne uygun görülmüş bu oyun için.. Çok da tadında olmuş.. Bu tür hikayelerin gerçekçi anlatılmasındansa gerçeküstü bir kurguda anlatılması, simgesel nesneler kullanılması daha etkileyici daha görsel daha farkındalık yaratan bir hale geliyor oyunu.. 
Aslında daha fazla birşey yazmak istemiyorum sanırım.. İzleyin bu oyunu.. O kadınların gerçekliği sizi de rahatsız etsin.. Bu rahatsızlıktan keyif alacaksınız.. Ve çok güçlü performanslar izleyeceksiniz.. Şehir Tiyatroları’nı bir kez daha taktir edeceksiniz.. Aslında boş ama çok etkileyici görselliklerle doldurulmuş bir sahne izleyeceksiniz.. Hem güzel bir rüya, soğuk bir kabus bu oyun..






20 Aralık 2011 Salı

KIRMIZI

Mekan Devlet Tiyatroları Küçük Sahne çıkıkçıkçıkık..Oyun adı KIRMIZI çıkıkçıkçıkık.. Duygu Şok! 

Oyundan çıktım ve şöyle dedim.. Benim zavallı cümlelerim bu oyunu anlatma cesaretini kendinde bulamaz.. Bu cürreti gösteremez.. Ama dayanamadım.. Bir ay sonra oyunu nacizane cümlelerimle yazıya dökmeye karar verdim.. Çünkü bu eser anlatılmalı.. Biraz egolu, biraz kaçık, biraz dengesiz, ama kesinlikle çok dolu ve mühim..
Acaba doğru birşey mi yapıyorum bu oyunu anlatmaya çalışarak.. Sadece şöyle desem, beyninize güveniyorsanız gidin izleyin bu oyunu! O zaman da senin beynin bu kadar mı diyebilirler.. Hadi başlayalım.. Mümkün olduğunca kısa tutucam bu yazıyı.. Kimse sıkılmamalı..



Mark Rothko.. Tanıyan var mı bu adamı..Resim sanatıyla ilgiliyseniz adını işitmişsinizdir.. Biraz bahsedelim.. Çünkü oyun O'nun üzerine.. Mark Rothko renklerin ve şekillerin gücüne dikdatörlüğüne inanan bir sanatçı.. Egolu ama olması gerektiği gibi.. Bir isyankar ve anarşist..Sanatına güveniyor.. Kullandığı akımlar saldırgan, eleştirici, son derece kendine özgü..  Özentilikten uzak.. Azarlayıcı.. Aslında garip.. Bakıldığında bir anlam taşımıyor gibi görünen, dikkat verildiğinde ise bir ürpertiyle insanı gizemine çeken tablolar yapıyor Mark Rothko.. Bu arada sürekli Mark Tornillo geliyor aklıma yazıyı yazarken.. O’na da selamlarımızı gönderelim:)
Mark Rothko sanatını kullanarak insanlara duyguduğu öfkeyi kusan biri.. Bu işi yaparken kimse O’nun tehlikesinin farkına varmıyor.. Ama O’nun beyninde herşey planlı.. Kendisiyle ilgili en bilinen hikayedir, NewYork’da çok lüks bir binanın içinde bulunacak olan restauranta yapacağı resimlerde, insanların yedikleri yemekleri boğazına dizmeyi hayal etmesi.. Sonrasında ise sanatını anlayabilecek kapasitede olmadıklarına inandığı bu insanlara, resimlerini sergilemekten vazgeçmiş ve kendisine sanatı karşısında bahşedilmiş ciddi bir parayı da reddetmiştir..
Eleştirmenlerden nefret eder.. Onların aslında boş beyinli, sadece sanatını öldürmeye çalışan zararlı varlıklar olduğunu düşünür.. Mark Rothko eleştiri kabul etmez.. Yaptığına inanır.. O resimlerini yaparken ağır duygu yükleri yaşar.. Bir tablosunu çıkarma esnasında günlerce düşünür.. Doğru zamanın gelmesini bekler.. O doğru zaman geldiğinde bir nöbet geçirircesine tablosunu oluşturur..
O bir Soyut Experyonist..
Kullandığı akımlar karmaşık ve sürrealist.. Hayal dünyasından gerçek dışılıktan görüntüleri gerçek hayata tualler aracılığıyla taşıyor.. Gerçek dışılıktan gerçekçiliğe bir köprü Rothko..  Resmi nasıl yapacağını asla planlamaz.. Ama düşünür.. Resim yapmanın büyük kısmının düşünmek olduğunu savunur..
Aslında bence her sanat böyledir.. Bir ilham gerçeği elbette ki vardır ama ilhamı şekillendirmek sanatçının tarzını belirler.. Bu yüzden düşünmek şarttır sanatçı insan için..
Rothko hakkında anlatıcak daha çok şey var.. O gerçekten özel bir insan.. Ama bu kadar ön bilgi bu yazı için yeterli diye düşünüyorum..
Şimdi oyundan bahsedelim..
Rothko’nun resim atöylesi.. Seyirciye göre sağ tarafta eserlerini astığı bir düzenek var.. Ortada resim tezgahı.. Orta arkada bir dolap, boyalar ve Rotko’nun vazgeçilmezi olan viskiler var.. Solda ise bir koltuk ve dış cephenin rahat görünebildiği bir pencere.. Oyun boyunca bu pencerede mevsim geçişlerini simgeleyen objeler görünüyor eşit zaman aralıklarıyla.. (sararmış yapraklar, kar, yağmur vb...)
Rothko viskisini yudumlarken sahneye takım elbiseli, heyecanlı ve toy olduğu her halinden belli olan bir delikanlı girer ve oyun başlar.. Bizler de daha da kitleniriz sahneye..  Gelen kişi Rothko’nun asistanlığını yapacak olan Ken’dir.. Tek amacı çok iyi bir ressam olmak isteyen idealist bir sanatçı adayıdır Ken.. Kendi tarzı vardır.. Başta her ideolojiyi kabul eden, bakış açısı olmayan biri gibi görünse de aslında Ken ileride çok iyi işler yapacak olan bir ressamdır.. Kendine öyle güvenecek ve Rothko’nun yanında öyle şekillenecektir ki, birkaç zaman sonra Rothko’nun fikirlerine karşı çıkacak, onu eleştirecektir.. Rothko Ken’e sorar; okur musun, araştırır mısın, sanat üzerine düşünüp konuşabilir misin, Nietzsche okudun mu hiç? Ken bunların hiç birine cevap veremez.. Nietzsche Rothko için önemlidir.. Ortak noktaları vardır.. Nietzsche O’ nun ilham kaynağıdır.. Tekrar etmek, her tekrarda düşünceyi ya da eylemi simülasyona uğratmak onların sanatı için vazgeçilmez bir kavrayıştır..
Ken Rotkho için sadık bir asistan olmuştur.. Başlarda fikrini sunmasına bile izin vermez Rothko Ken’in ancak bir süre sonra resimleriyle ilgili Ken’in fikrini alma noktasına gelmişlerdir.. Belli etmese de Ken ile sohbet etmek hoşuna gitmeye başlamıştır.. Çünkü dişine göre birini bulmuştur.. Aynı zamanda Ken acımasızdır.. Sonunu düşünmeden Rothko’ya ağır eleştirilerde bulunmuş, resimlerini ciddi maliyetlere insanlara sunmasına karşı çıkmıştır.. Dediğimiz gibi Ken tam bir idealisttir.. Ken’ e göre sanatın maddi karşılığı yoktur.. Sanatı ticari kazanç olarak görmek sanata ağır bir darbe ve sanatçının eserlerine yaptığı büyük bir hakarettir.. Rothko’nun milyondolarlar kazanacağı restaurant projesinden vazgeçmesinin sebebi aslında Ken’dir.. Benim yorumum şudur.. Rothko para ve sanat eserleri arasında çoğu zaman ikileme düşmüş ama kapitalist düzene uyup eserlerini yüksek paralara satmıştır.. Çünkü yaşaması için paraya ihtiyacı vardır.. Daha fazla sergi görebilmek için para kazanmak zorundadır.. Ve insanlar eserlerine bu paraları layık görüyorsa O da buna karşı çıkmamaktadır.. Bir taraftan da eserlerini karma bir sergide sergilemeyecek kadar da yüksekte tutar değer verir.. Ama eserleri üzerinden para kazanmak O’nun için normalleşmiştir bir kere.. Ken Rothko’yu bu yönden eleştirir.. Rothko’nun resimlerini eleştiricek cürreti bile kendisinde bulacak doluluğa ulaşır bir süre sonra.. En çok da KIRMIZI renk üzerine tartışırlar.. Kırmızı onlara birbirinden çok uzak anılar ve hayaller anımsatır..

Oyunun yazarı John LOGAN.. İçimize işleyen bir çok filmin de senaristidir bu arada John Logan.. Gladyatör, Zamanda Yolculuk, Göklerin Hakimi......

Ve oyunu böyle bahsedilmeye değer kılan Oyuncular.. Bende sonsuz bir saygı duyma isteği yarattı Nihat İleri bu oyunuyla.. Taktir edersiniz ki Rothko’yu canlandırdı.. Ve asistanı Ken’i ise Turan Günay hayata gösterdi..

Oyunu İskender Altın yönetti..

Diyeceğim şudur ki; izleyin bu oyunu.. Beyninizden bir kaç duvar kırmak, düşünmeye ve okuyup araştırmaya daha fazla önem vermek için izleyin!





15 Aralık 2011 Perşembe

Günlük Müstehcen Sırlar

Merhabalar;

Bloğumun şifresini ve adresini unutmam sebebiyle uzun zamandır yazı giremiyordum. Bu arada yazı yazdım mı, aslında hayır.. Çünkü artık biraz zoraki yazı yazıyorum.. Eskisi gibi değil.. E tabi bloğuma da giriş yapamayınca yazmak gelmedi içimden.. Ama artık bahanem yok.. Dökmek lazım tecrübeleri yazıya..
Efendim bu arada pek çok oyun izledim.. Doğum Günü Partisi, Yüzleşme, İntiharın Genel Provası, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Günlük Müstehcen Sırlar, Kendine Kendine Konuşmaktır Aşk bu muhteşem oyunlardan bazıları.. Genel düşüncem şudur ki; özellikle şehir tiyatroları yine bu sezon beni mest etti. Türkiye’de bana göre çok başarılı bir tiyatro fabrikası var.. Kurum Dallas’ı andırıyormuş, çokça entrika dönüyormuş, oyuncular arasında çirkin çekişmeler peydahlanıyormuş beni ilgilendirmez.. Çünkü Şehir Tiyatroları’nda değilim. -Keşke olsam ayrı konu.-  Ben bana yani seyirciye ulaşana bakarım.
Sizlere son izlediğim oyundan bahsetmek istiyorum öncelikle.. Daha sonrasında izlediğim diğer oyunları da paylaşmaktan mutluluk duyacağım.


Günlük Müstehcen Sırlar Marco Antonio De La Parra tarafından yazılmış bir oyun.. Ne güzel isim değil mi şiir gibi.. Marco Antonio Bey Şili’de doğmuş ve asıl mesleği psikiyatristlik olan bir mühim kişi.. Şili ve Şilililer bana hep Ariel Dorfman’ı, akabinde de o muhteşem oyun Ölüm ve Bakire’yi hatırlatır.. Birgün bu oyunu sahnelemek istiyorum.. Bir dip nottan sonra konumuza dönelim..
Oyun Yıldırım Fikret Urağ tarafından yönetilmiş.. Çok da keyifli yönetilmiş.. Oyunla ilgili benim ilk yorumum “çok çılgın bir oyun olmuş”oldu..İçerisinde absürd öğeler barındırıyor ve kesinlikle kalıplara sığmıyor.. Bir bölümde klasik ilerliyor bir bölümde epikleşiyor..Özgür bir oyun..

Özellikle dekordan bahsetmek istiyorum ve bununla birlikte sahne tasarımının Taciser Sevinç’e ait olduğunu da belirtelim ve bu ismi aklımızda tutalım.. Çünkü bir oyunda Sahne ve Kostüm Tasarım: Taciser Sevinç belirtmesini görüyorsanız çok keyifli bir görsellik izleyeceğinizi de biliniz.. Dekor; bir park şeklinde yapılmış.. Sahnenin ortasında iki kaydırak, oyuncuya göre solunda bir melek heykeli ve bank, sağında ise salıncak ve tattrevalli.. Oyuncuların dekor kullanımları da yaratıcı ve estetikti.. Oyuncular demişken o muhteşem performansların sahiplerini hemmen deşifre edelim.. Cengiz Tangör ve Erkan Sever.. İzlerken hızlarına, adaptasyonlarına,enerjilerine ve bireysel ruh değişimlerine yetişemedim.. Müthiş şekilde ne yaptıklarının farkında ve benimsemiş durumdalardı. İnanılmaz bir tekst bir kere..  Bir tarafta filozof, politik analizci ve devrimci Karl Marx temsilcisi, diğer taraftaysa psikoanaliz temsilcisi Sigmund Freud.. Ve savlarını tartışıyorlar.. Bunun yanında tabi devlet işleri, toplumsal sorunlar da var.. Dolu dolu ağır bir tekst ve kusursuz ezber ve de yanında gayet tatmin edici oyunculuklar ayakta alkışlanmayı haketmişti..
Bu oyun insanların bastırılmışlığına bir tepki!
İzlenmeli.. İzlettirilmeli..

İyi Seyirler...

11 Haziran 2011 Cumartesi

Sıra DT'nin tozunu yutmakta..

2 yıl önce tiyatro eğitimimizi aldığımız kurumun tavan arası mutfak karışımı bölümü.. Çay kaşıklarının fincanlara vuruş sesi.. Ben kahve içiyorum her zaman ki gibi.. Diğerleri çay içiyor.. Susuyoruz.. Kim lafa girecek acaba.. Ya da nasıl lafa girmeli.. Ve bir ses;

- E abi bi başlayalım.. Başlamadan adım atmadan olmaz ki..

Heh evet işte beklediğim ses bu.. Susmuyorum artık..

- Evet başlayalım yeter ki, yeter ki başlamış olalım ve bir tarih koyalım.. Hedefimiz olsun.. Mutlaka yetiştiririz..

Yönetmenimiz çok yoğun.. Düşünüyor.. Yetişebilir miyim diyor.. Eğer dediği tarihte olmazsa bize mahçup olacak.. Ona cesaret veriyoruz..

- Sorun değil yeter ki başlamış olalım.. Yeter ki bir çalışmanın içinde olalım.. 

- Tamam..

İşte bu! Yönetmen kabul ediyor.

- Ama bir oyuncumuz eksik.. 

Hımm düşünüyoruz.. Kim olabilir..

- Mustafa yapar bence..

- Tamam kadromuz kurulmuştur.. Diyor yönetmen ve başlıyoruz..

İlk prova pazartesi..

Üzerinden iki ay geçiyor bu sohbetin.. Çok yorgunuz.. Ama o genel provada bir bakıyoruz ki oyun çıkmış ve biz artık sahneye hazırız.. Ne vücut sızlamaları, ne baş ağrıları, ne aldığımız yaralar.. Hiç biri umrumuzda değil.. İyi bir oyun çıkarttık.. Şimdi tek sorun izlenmek.. 14 Haziran'da bizi kaç kişi izleyecek ?

Matei Visniec ' in "Penceredeki Atlar" oyunundan bahsediyorum.. Savaş üzerine kurgulanmış oyunda 7 karakter bulunuyor.. 
Karakterlerden biri Haberci.. Haberci, ölüm haberlerini vermekle yükümlü bir varlık.. İnsan mı? Evet ama biraz garip bir insan.. Biz ona hem saygı duyduk hem ürktük hem de nefret ettik.. Ama o görevini yaptı.. Ölüm haberlerini vermek zorundaydı.. Ve zamanı gelenleri de öldürmek zorundaydı.. O'nun bir suçu yok.. Kendisi de söylüyor.. Bana emir verdiler ve yaptım!
Diğer altı karakteri 2 oyuncu canlandırıyor.. Kadın karakterler normal olarak bendenize ait. Erkek karakterleri Gösteri Sanatları'ndan oyuncu arkadaşım Kerim hayata geçiriyor. Kerim başarılı bir oyuncu. Oyuncu oyuncuyu oynatır felsefesine inandığım için ekiptekilerin başarılı olması benim için çok önemli.. Benden daha iyi olsunlar ki beni oynatsınlar..
Kadın karakterler; anne, eş ve kız çocuğu..

Kız çocuğu içine dönük, psikolojisi ve aynı zamanda vücudu zarar görmüş biri. Savaş gazisi olan babası tarafından işkencelere maruz kalıyor ancak yine de babasına karşı bir şefkat besliyor. Hayattaki tek varlığı babası.

Eş kocasına çok düşkün bir kadın.. Başına bir şey gelmesinden fazlaca korkuyor ancak bazı kötü haberleri bekliyor da.. Çünkü savaşa kimse karşı koyamıyor.

Anne her şeyin fazlaca farkında olup, kendi dünyasına bedenini ve beynini kilitleyen bir kadın. Askere gidecek olan oğlu için fazla endişeli. Neler olacağını biliyor ama çabası hiç bir şey olmuyormuş gibi davranmak. Ancak buna ne kadar dayanabilir.

Erkek karakterler; baba, eş ve oğul..

Baba yaşadıklarını asla unutamamış, beynen hala askerlik döneminin içinde kalmış bir adam.Sürekli savaştan bahsediyor. Kendini bu psikolojiden hiç bir zaman sıyıramıyor.

Eş; ordu, vatan ve komutanı için canını verebilecek kadar hipnotize edilmiş bir adam. Tek derdi savaşmak ve ülkesine yararlı bir asker olabilmek..

Oğul; henüz küçük.. Ancak askere alınmasına engel olacak kadar değil. Çok ürkek. Kadere karşı koyamayacak kadar güçsüz.

Penceredeki Atlar' a en yakışan cümle sanıyorum ki; "savaşa hangi kareden bakarsanız bakın, can yakar" oluyor. Bu insanları keyiflendirecek, hayatı unutturacak bir canlandırma değil. Tam tersi acı verecek, üzecek belki de gerilmenize yol açacak bir gösterim.

Biz hazırız.. Eğer siz de hazırsanız 14 Haziran'da orada olun..

Nihan Çalışkan...





------------
Oyun Zamanı: 14 Haziran Salı
Oyun Mekanı: DT Üsküdar Tekel Sahnesi
Oyun Eylemi: Penceredeki Atlar


17 Mayıs 2011 Salı

Oyunculuk Adına Kafa Yormalarım..

Aslında yaptığımız bir çeşit yalancılık. Ama profesyonel bir yalancılık. Kusursuz ve son derece inandırıcı. Peki bir oyuncuyu hayatın içindeki bir yalancıdan farklı kılan nedir ? Hayatın evreleri diyebilir miyiz ? Belki evet.. Ya da hayatın bölümleri.. Hayatın içindeki yalancı, yine hayatın içinde onunla birlikte olan başka bir insanı alt yapısında kötü niyet, çıkar gibi duyguları barındırarak, beyninden geçene inandırmaya çalışır. Yine aynı hayatın içindeki oyuncu da,karşısındaki kişileri inandırmaya çalışır ama bunu bir sahne üzerinde yaparak "şimdi sizlere anlatacağım olay ya da kişiler, bu sahne üzerinde olmamdan da anlaşılacağı gibi, gerçek dışı olmasa da şu an için bende bulunmayan duygu ve karakterlerdir" der.Öyleyse bir oyuncu ve bir yalancıyı birbirinden ayıran "sahne" olgusudur. Sahne burada bir simgedir tabi ki.. Yani bir oyuncuyla, hayatın içindeki bir yalancıyı birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü amaçları farklı.. Bir tarafın amacı sanat, bir tarafın amacı sakat!
Hayatımı her zaman oyunculuk yaparak kazanmadım.. Aldığım eğitimle de ilintili olarak bir kaç yıl para kazanmak için insanların kazandıkları paraların hesabını tuttum(muhasebe). İş görüşmelerinde benim sosyal yaşamımda ne gibi aktivitelere katıldığımı, ne gibi etkinliklerle zamanımı geçirdiğimi sorduklarında, toy zamanlarımda heyecanla tiyatrodan bahsederdim. İlgilerini çekerdi. Bazen oyunlarımın saati erken olur ve işten birkaç saat erken çıkmak zorunda olduğumda utanıp sıkılarak amirime gider izin isterdim ve o da "aa tabi git git senin gibi bir insanla çalışmak çok ilginç" deyip yüzünde sahte bir gülücükle beni erken yollardı. Herşeyin yolunda olduğunu düşünüp, hem çalışıp para kazanır hem tiyatro yapıp hayatı kazanırdım. Ancak işler değişiyor bir süre sonra. İnsanlar, oyunculuk mesleğini kafalarında nasıl canlandırıyorlarsa, bir süre sonra size "kolay yalan söyleyebilen insan" sıfatını yapıştırıveriyorlar. Onlara her ne kadar, "ama ben sahne dışında rol yapmam, nasıl sahnedemuhasebe yapmıyorsam, burada da rol yapmam, çünkü bu çok saçma, tiyatronun yeri burası değil ki" diye anlatsanız da sizi asla anlamıyorlar ve başta size saygı duyduğunu sandığınız kişiler, bir bakıyorsunuz ki artık yüzünüze "sana güven olmaz, her an rol yapabilirsin" der gibi bakıyorlar.
Ben bu tür insanlara, oyunculuk ve yalancı insan arasındaki farkı anlatmak için çok çabaladım, lakin kültürlerimiz bir ortayolda buluşmadığından birbirimizi hiç anlayamadık.
Daha sonraları, oyunculuk dışında bir iş görüşmesine gittiğimde, asla ama asla ruhumu doyuran meslekten onlara bahsetmedim.
Eğer bir gün, kendimi hayatın içindeki insanları ikna edebilecek kabiliyette görürsem, belki bu kutsal mesleği yapmaya çalışan biri olduğumdan onlara bahsederim..